Günlük arşivler: 01 Ocak 2013

Ölüm Gelecek Ve Senin Gözlerine Bakacak

pavese
Ölüm gelecek ve senin gözlerinle bakacak - 
sabahtan akşama dek, uykusuz,
sağır, eski bir pişmanlık
ya da anlamsız bir ayıp gibi
ardını bırakmayan bu ölüm.
Bir boş söz, bir kesik çığlık,
bir sessizlik olacak gözlerin:
Böyle görünür her sabah
yalnız senin üzerinde 
kıvrımlar yansıtırken aynada.
Hangi gün, ey sevgili umut,
bizler de öğreneceğiz senin
yaşam olduğunu, hiçlik olduğunu.

Herkese bir bakışı var ölümün.
Ölüm gelecek ve senin gözlerinle bakacak.
Bir ayıba son verir gibi olacak,
belirmesini görür gibi
aynada ölü bir yüzün,
dinler gibi dudakları kapalı bir ağzı.
O derin burgaca ineceğiz sessizce.

Cesare Pavese
Kaynak: Krık Link

Unutma Bahçesi Latife Tekin “Alıntı”

Unutma Bahçesi

Unutma Bahçesi  “Okuma Parçası”

“Ben anımsamayı ayrı bir şey gibi düşünmüyorum ki, anımsamanın karşıtı değil unutma, hayır, anımsama unutmaya dayalıdır aslında” dedi.

İnsan her gün gördüğü yüzler arasından bir yüzü seçip unutmak isterse, bir varlığın, içine işleyen duygusundan sıyrılmaya çalışırsa başarısızlığa uğrar, o yüzü ve o varlığı çevreleyen her şeyi sesinin ulaştığı, titreştiği genişliği, bakışlarının derinliğini, gezip dolaştığı yerleri, gidebileceği uzaklıkları, sığdığı ve taştığı her şeyi unutması gerekir. Unutmak, insan için, bütün bir zamanı unutmakla olanaklıdır. Bir bakışı unutmak istediğimizde, büyük bir yitimi göze almak zorundayız. (*) Ancak böyle bir yitimin neden olacağı yıkımın altından kalkılabilirse, insanın yeni bir yaşamı olabilir ve insan bu yeni yaşamına çok derin bir bilgiyle, kaybın bilgisiyle sahip olur.

Nasıl bir şeyi onu çevreleyen her şeyle unutuyorsak, anımsamak da böyledir… Bir anın ışığı, başka bir anı aydınlatıyor ve bu aydınlık bölge, bir leke biçiminde zamanın içine yayılıp genişliyor, bir sözcük, titreşimiyle başka bir sözcüğü harekete geçiriyor. Birbirine bağlı metal parçaların, bir dokunuşla tınlamaya başlaması gibi. Anımsama, bir an için geri dönmek değildir, kendimizi, geçmişte elinden sıyrıldığımız ölümün kucağında bulmamız demektir; bir şey unuttuğumuzda değil, bir şey anımsadığımızda ölüm aklımıza gelir, çünkü anılarımız ölümün de anıları…

Bak şu yanından otlanarak geçip giden sürüye: dün nedir, bugün nedir, bilmez, oraya buraya zıplar, otlanır, dinlenir, geviş getirir, yeniden zıplar, hep böyle sabahtan akşama, günden güne, haz ve acısıyla ânın boyunduruğuna bağlıdır. Bu yüzdende ne hüzünlenir, ne sıkılır. Bunu görmek insana koyar, çünkü o, hayvan karşısında insanlığıyla böbürlenir, ama gene de onun mutluluğuna kıskançlıkla bakar – zira tam istediği budur, hayvan gibi ne hüzünlü, ne sıkıntılı olmak, ama boşunadır bu isteği, çünkü o bunu hayvan gibi isteyemez. İnsan sorar herhalde hayvana: niye bana mutluluğunu anlatmıyorsun öyle duruyorsun? Hayvan da yanıt vermek ve şöyle demek ister; şundan dolayı ki, ben söylemek istediğimi hemen unuturum- ama bu yanıtı da hemen unutur ve susar. İnsan da şaşkınlığıyla kalır. Ama kendi kendine de şaşar, unutmayı öğrenememesine ve geçmişlere sürekli asılı kalmasına,: ne kadar uzağa, ne kadar hızlı koşarsa koşsun, zincir de yanında koşar.

İnsan ise geçmişin büyük ve hep büyüleyen ağırlığına karşı direnir; bu onu yere bastırır, eğip büker, onun yürüyüşünü bir görünmez ve karanlık yük gibi zorlaştırır. O bunu görünürde yalanlayabilir, kendi gibilerle ilişkilerinde yalanlamaktan da hoşlanır: onları kıskandırmak için. Bu yüzden bir yitirilmiş cennet bulmuş gibi gelir ona, otlanan sürüyü, ya da daha yakından bildiği, çocuğu gördüğünde – çocuğun yalanlayacak bir geçmişi yoktur daha, geçmiş ile geleceğin yarları arasında neşeli bir körlükte oyun oynar. Ama onun oyunu da bozulacaktır: çok geçmeden unutulmuşluktan geri çağrılacaktır. O zaman “idi” sözcüğünü anlamayı öğrenecektir. O, kavga, acı ve sıkıntıyla insana gelen çözücü sözcük ona varoluşunun temelde ne olduğunu anımsatır- hiç tamamlanmayacak bir geçmiş zaman. Sonunda ölüm özlenen unutmayı getirse de, bununla aynı zamanda şimdiyi de varoluşu da altına alıp ezer, böylelikle de o bilgiye mührünü basar- varoluşun kesintisiz bir olmuşluktan başka bir şey olmadığı bilgisine; kendi kendini değillemekle ve yiyip bitirmekle kendi kendini çelmekle beslenerek yaşayan bir şey.

Unutma Bahçesi

(*)  Kendi alevinizde yanamaya hazır olmalısınız: Önce kül olmadan kendinizi nasıl  yenileyebilirsiniz? F. Nietzsche ( Benim Notum )

Kaynak: Kırık Link

Yıl 1949 Bir Edebiyat Dergisi Çıkarır Orhan Veli…

Orhan-Veli-Kan-k

01.01.1949 Tek yapraklı bir edebiyat dergisi adı: “Yaprak” Kurucu: Orhan Veli Kanık.  01.06.1950

(…)
Dergi daha sonra, estek köstek kendini idare etse bile, bir ara Orhan Veli dergiyi çıkarmak için paltosunu satar ve kışın ortasında ceketle dolaşır.. Böylece iki sayı çıkarılabilir.. Son sayıyı çıkarabilmek için başka şeyleri satar Orhan Veli; Abidin Dino’nun kendisine hediye ettiği resimleri.. Abidin Dino, Orhan Veli’nin kendisini ziyarete geldiği bir günkü olayı şöyle anlatıyor:
 Yüzü bir karış, upuzun bembeyaz. Dilinin altında bir şeyler vardı besbelli, bir süre şişe açma aleti gibi kıvrılıp kalmış, sonunda ağzındaki baklayı çıkarmıştı. Ona hediye ettiğim resimler vardı ya onları satabilir miydi? ‘Son sayıyı çıkarmak için başka çare kalmadı’ demişti, boğuk bir sesle ve müthiş utanarak. Ne demekti, daha kaç tane resim isterse vermeye hazırdım, yeter ki alıcı bulunsun! Biraz neşelendi ama, alt tarafı Yaprak dergisinin cenazesine bir çelenk hazırlıyorduk.” (1 Aralık 1981 – Milliyet Sanat Dergisi)
MÜŞTEMİLAT
Yandığımın; yetmiş insan yılı sonra biraz uydurma ve delik deşik bir müştemilat bile olamadık, olamamışız anlaşılıyor, tahtadan ya da kontrplaktan. Eh, müştemilat deyince size sıkı ve de kesinlikle hamasi bir olmayan bir şairin, Orhan Veli’nin bir öyküsünü anlatacağım, kendimi zinhar Orhan Veli’yle özdeş saymıyorum, yanlış anlaşılmasın.
 Yıl galiba 1949-50. Çift enseli ve golf pantalonlu yarı sivil insanların iktidarı. Hemen hepsi de Halk Partili. Türkiye gelişmiyor ama eh biraz değişiyor.
 O günlerde Ankara’da Orhan Veli imeceyle 15 günde bir Yaprak dergisini çıkarır, tek yapraklı edebiyat dergisi. Orhan Veli at yarışlarına düşkün olduğu için düzeltileri hipodromda yapar. Yaprak dergisini Mahmut Dikerdem, Mübin Orhon, Mazhar Leventoğlu… vs paraca desteklemektedir ama Orhan Veli bunun birazını da atlara ayırır. Tabii altın saçlı ve Atatürk’le üç defa dansetmiş Nahit Hanım da katkıda bulunur edebiyat öğretmenliğinden arttırdığı parayla.
 Bir akşam evde okuldan dönünce annesi “Seni bugün bir eşkiya aradı!” der, meğer Adana’dan gelen Yaşar Kemal’miş. Orada sürgünde olan Abidin Dino göndermiş. Yaşar Kemal pejmurde ve poturu da kirli olduğu için Nahit Hanım’ın annesinde öyle bir izlenim bırakmış. Tabii kabaca konuşuyor. Bir gün trende Yaşar Kemal’e rastlar Özay Erkılıç genç kız olarak. Sanat tarihini yeni bitirmiştir. Yaşar Kemal’in Kürt olduğunu duyunca Özay Hanım’ın ağzından yanlışlıkla bir “estağfurullah” çıkmış. Yaşar Kemal çok kızmış, “Sen Türksün diye ben estağfurullah diyor muyum?” demiş. Özay hanım utancından yerin dibine geçmiş…
Velhasıl Yaprak dergisi çıkıyor ama 1949’da Fransa’dan Philippe Soupault (ünlü bir Oğuz Atay’ın deyişiyle üstgerçekçi şair) Türkiye’ye gelir, elçiliğin ve başkonsolosluğun çağrısı üzerine ve Yaprak dergisinin yazıhanesini görmek ister. Eyvah! Böyle birşey yoktur. Dergi, bazen Nahit Hanım’ın evinde bazen at yarışlarında, bazen sokakta, bazen bulvardaki Özen pastanesinde derlenmektedir. Seninkini alır bir telaş. Orhan Veli çok sarhoş olduğu zamanlarda eski bir Ankara evinin müştemilatında uyumaktadır, müştemilat delik deşiktir, çatı akar, her yerden rüzgar girer, zaten daha önce kömürlükmüş. Orhan Veli naapsın, Fransız şair ısrar ediyor, Paris’te alıştığı gibi her derginin bir yazıhanesi vardır. Para da yoktur. Bakkaldan un alır. Bir de sahan bulur, unun içine biraz su katar karıştırır tutkal gibi yapar ve uydurma barakanın bütün boşluklarına, deliklerine, açıklarına Yaprak dergileri yapıştırır. Nahit Hanım da bir kilim ve halı bulur evinden. Komşusundan da bir masa ayarlar ve sekreter olur. En sonunda herşey hazırlanınca Phillippe Soupault’ya burasını Yaprak dergisinin, genç kuşağın dergisinin yazıhanesidir diye gösterir. Bunu bana Nahit Hanım güle güle anlatmıştır.
ECE AYHAN

Kaynak: http://www.orhanveli.net,  Milliyet

Sezenler Olmuş

Seni yerlerde göklerde bulamazlarken
Bende gizli olduğunu sezenler olmuş…
Umudummuymuşsun yüreğimde..
Kımıl kımılmışsın bileklerimde…
Tomur tomur ter ışıl ışıl fer
Ellerimde gözbebeğimde..
Aramızda dağlar yollar yıllar var iken…
Beni sana sımsıkı sarılı görenler olmuş…
Sargın yaprakmışım dallarına
Yangın toprakmışım yağmurların…
Türkü olmuşsun… umudummuşsun
Sevdama yarınlarıma…
Artık Gelmesende Olur
Adını Yazdım Üçgen Gözlerine Ölümün
Sonra Benimdir Bu Kadersiz İnsanlar
Bu Karanlık
Gelme Dağıtma Yalnızlığımı Ne Olur
Hep Güller Üstünde Uçar Oldu Kargalar
Yorgun Meryemin Gözüne Kaçmış Zaman
İsa İsa Doğduğuna Yüz Kere Pişman
Ki Nerdeyse Bastıracak Kar
Korku Yüklü Trenler Geçmektedir Katar Katar Beynimden
Alınınz Selamımı İstasyon Bekçilerinden
Zaman Zaman Hüzün Baharımıdır Nedir
Ben Bu Sonuncu Yokluğundan Yorgun Argın
Anısız Ölü Vermek Ortasında Sokakların
Artık Artık Gelemesende Olur
Gelme Dağıtma Yalnızlığımı Ne Olur