iç sayfaAlsemender

Yalan söylemek, doğruyu söylemek. Baştan beri ayrı işlerdi bunlar; eşdeğerli buyruksular diye gösteregeldikleri halde. Eğitimin de, yaşamın da her katında, ikisi bir arada, başlıca erdem diye gösterilirdi.  Ama gerçekten yalan söylememek, hele gerçekten doğruyu söylemek, neredeyse kusur sayılıyordu gündelik, küçük işler yaşamında. Başından beri bunun farkında değil miydi sanki?  Az mı kınanmıştı bu yüzden?
                Bir ara, herkesin bir kusuru yok mu, benim de bu olsun varsın, diyerek işin içinden sıyrılmağa kalkışmıştı.  Olmuyordu ama.  Önemli olan yalan söylememek, doğruyu söylemek değildi de, doğruculuk erdemini içinizde taşıdığınıza herkesi inandırmaktı sanki. Doğruculuğunu kınayanlar, kendisini, gerçekte, yalancı olmakla suçluyorlardı. Ya da açıkça “sen gerçekte yalancısın     “ diyorlardı. Hep gündelik yaşamda elbet. Gündelik yaşam dışında, doğruculuk – yalancılık denen şey, “yanlışlık-eleştiri-doğru bilgi”  kılığına giriyordu. Sonu gelmez tartışmalara yol açıyordu. Ona “yalancısın” diyenler, ya da demeğe getirenler arasında, -haklarını yememeli,-  bilimsel yetkelere arkasını vererek, “en ustaca yalanın doğruculuk kılığına bürünerek söylendiğini, kendisinin de bu işin en büyük ustalarından bir haline geldiğini”  açıklamak inceliğini gösterenler de vardı.
                Gerçek kusuru ise, kendisine sorulursa, şuydu:
                Karşısındakinin yalan söyleyebileceği, aklına en son gelen,  belki de hiç gelmeyen, şeydi. İnsana yalan söyletebilecek durumlar yok değildi.  Ölümcül hastaya “sen öleceksin, birkaç saatin kaldı”  demenin anlamı yoktu. Doğru olduğuna bakıp bununla yetinerek –sorulmamış bir soruyu yanıtlarcasına-  tatsız şeyler söylemek gereksizdi.  Ama sorulduğu için,  bilmediği bir şeyi biliyormuş gibi göstermek,  yalan yanlış şeylerde söylemek de gereksizdi.  Niye yalan söylensin?  Her söylenene inanmağa hazırdı bu durumda. Başlıca kusuru, gündelik yaşamının dilekleriyle inançlarını bir bölmeye kapatmasıydı.  Arkadaşlarının –kendisine yalancı diyen, ya da demeğe getiren arkadaşlarının- gene büyük bir incelikle kafasına kafasına attığı taşlardan biri de “enayilik”  olmuyor m uydu?  Bu durumda tek çıkar yol, en gerçekçi yöntemi kullanan bilime güvenmektir, diye karar vermişti bir zamanlar.  Bu gerçekçi bilim, elbet bir gün gelip gündelik yaşamla örtüşecekti… İyimserlik, hem de enayice, alıkça bir iyimserlikti belki bu da. Ama kim, her türlü kusurdan arına bilmişti?  Üstünün de üstünü kişiler, vardı gerçi.  Kendi onlardan değildi, o kadar.
 Göçmüş Kediler Bahçesi – Bilge Karasu 

Yorum bırakın