iç kapak

27 Nisan

İkinci kitabımda, herkesin saldırdığı ve saldırmakta haklı olduğu bir adamla(1)  (bir bakıma adam haklı görüyor onları) herkesin hor gördüğü bir kadının (1) macerasını yazacağım.  İkisinin de tek tek yaşantıları, onların birleşmesini zorunlu hale getirecek. Kimse adama acımayacak, Adam ise her zaman kötü değil.  Gene de acımaya layık görülmüyor hiçbir zaman.  Her zaman, başkalarının üstün olmalarının acısını yaşamış  ve başını kaldırmadıkça küçümseyici bir hor görüşle  izin verilmiş nefes almasına.  Biraz direnip, ben de bir şeyler yapmalıyım dediği zaman binmişler tepesine; hem de, aldırmadan, yaptıklarını fark etmeden, hemen unutarak yapmışlar bunu. Adem hiç unutmamış kendine yapılanları. Kendi yaptıklarını da, aşağılığını da unutmamış, unutamamış. Kadın biraz başka türlü, hep almaya çalışırken, kendine akılsızca güvenmiş.  Haksızlık saymış başına gelenleri. Hep beklemiş cennete girmeyi. Adam bir cennet gibi görünüyor ilk zamanlar ona.  Sonra –ne yazık- birbirlerine eziyet ediyorlar. Adam bilmeden,  iyi olduğunu sanarak; fakat bir miskinlik derininden kadının yanlış olduğunu sezerek… kadın da devamlı bir didinme ile. İkisi de yoruluyorlar. Hikayeyi, kısmen adam anlatıyor. Kısmen başkaları.  Kadın anlatmıyor. Yalnız adamla konuşuyor ve onu da anlatıyorlar.  Sonunu şimdilik düşünemiyorum; fakat bir çok bölüm yazabileceğimi hissediyorum şimdiden. Adam, kendini çok didikliyor ve  her yıkılışında,  daha önceden yalnız kendinin bildiği küçük hesaplardan, küçük günahlardan dolayı bu yıkılışın olduğuna inanıyor Adam sonra ne oluyor?  Belki başka bir kitabın konusu olur bu. Onun yıkılışının sonuyla başlayan bir kitap. Onu, herhalde daha sakin bir devremde düşüneceğim. Gene sondan başlamayı düşünüyorum. Bu sefer, formu daha esaslı düşünmeli ve yoğun,  sıkışık bir şey olmalı bu hikaye.  Çok uzun olmayabilir.  Özellikle dağınık olmamalı.  Onun için ne yapacağımı iyi bilmeliyim başından.

                Gene Sevin’ den mektup beklemeye başladım. Aynı pisikoza girmek istemiyorum oysa.  Yalnız çalışabildiğim zamanlar  ayakta durabiliyorum. Onun için güçlü olmak zorundayım.  Bunu da becermek çok zor. Gerçekler henüz ağır geliyor. İlk günler hafif ve dayanılır gelen şeyler, şimdi biraz ağırlaştı. Fakat hüküm vermemeliyim. O kadar sık değişiyorum ki.  Joseph  Losey’ in  “Secret Ceremony” adlı filmini seyrettim. Yordu beni. Londra’yı kırmızı, iki katlı otobüsleri görmeye dayanamadım. 

Garip bir şey: Londra’ yı  Sevin’ le bir tutmaya başladım.  Bu duygu beni rahatsız ediyor.  Neyse film hemen,  evlerin içinde geçmeye başladı da unuttum bu acıyı. Nefis bir evdi.  Gerçekte yaşandığını bildiğim masallar –mesela Sevin’ in yaşaması gibi-  artık beni rahatsız etsin istemiyorum.  Filmde ki ev de  böyle bir masaldı.  Sevin de. Artık ezilmek istemiyorum. Bundan kurtulmalıyım – yani  ezilme duygusundan.  Bir resim, bir kitap – mesela yazmayı düşündüğüm kitap- gibi kalmalı bu duygu.  Tatlı, tatlı acıtmadan… 

Benim notum: O dönemler İng./Londra’da olan Sevgi Seydi’ yi özlüyor olmalı…    

(1)   Tehlikeli Oyunlar’ daki Sevgi ile Hikmet.

Günlük – Oğuz Atay

Yorum bırakın