İçKapak002

“Dostlarım Üzerine” Diye Söze Girişerek…

(…)

                 Dostlar üzerine yazı yazmış yazarlar zincirine katılmak niyetiyle çıkmıyorum yola.  “Dostlarım” sözcüğünün geçtiği bir başlıktan epey uzaklaştıktan  sonra da olsa, bu açıklamayı yapmaklığım gerekiyor.  Dost, dostluk, küçük yaşta öğrenmeğe, kullanmağa başladığımız sözcükler.  Dostluğun, dostların oluşturduğu yaşam alanını gün gelir daraltır, gün gelir yayarız. İnsanlarla, hayvanlarla –neden olmasın?-  kurduğumuz ilişkiler üzerinde durup sınırlar çizerek, tanımlar yaparak dostluğun özelliğini ortaya koymağa çalışırız. (Yazarlar, arkadaşlığın, dostluğun “kerte”lerini ölçüp biçmeğe epey meraklı davranmışlardır.)

                Burada, yaşamım boyunca edindiğim, günün birinde –biraz ya da çok acı duyarak,  şaşırarak ya da hiç mi hiç şaşırmayarak- birbirimizden uzaklaştığımızı, ayrıldığımızı far ediverdiğim ya da kabul etmek zorunda kaldığım, yitirdiğim ya da ilişkimizi sürdürmekle övündüğüm dostlardan söz edecek değilim. Gerçekte, dostlarımdan değil,  dostlarımla kurduğum ilişkilerden (üstelik, şu anda,  yaşamımın bu belli noktasında  sürdürdüğüm ilişkilerin oldukça dar sınırlar içinde kalan bir türden)  yola çıkarak, bu ilişkilerin oluşturduğu “denge”den söz etmek istiyorum.

                Açıklamam gereken bir iki sözcük kullandım.

“Dost” derken, şu aralar sık (sık sık, çok sık) görüştüklerim içinde, kurduğumuz yakınlıktan ötürü,  yaşamımın gündelik ayrıntılarına olsun,  büyük çizgilerin yönelişine olsun, büyük çizgilerin yönelişine olsun, karışmalarını kabul ettiğim, istediğim; bu tür bir karışmaya kendi yaşamlarında da bana bir o kadar hak tanıyan kişileri düşünüyorum:  Kendileriyle, ilginin yanı sıra sorumluluğun, katılımın önemli pay tuttuğu ilişkiler içerisinde bulunduklarımı…

                Bu sözler, “dost” un, dostluğun bir tanımı olabilir. En azından belli bir kişinin ortaya koyduğu bir tanım olabilir. Ama bu “tanım”ın burada tek bir işlevi var: Söyleyeceklerimi taşımak… Yoksa, tanımların bağlayıcılığını gereksiz bir yük diye görürüm, dostluk ilişkileri söz konusu olduğunda.  Hangi ilişki hangi ilişkiye tıpatıp benzeyebilir?

“Denge”yi  açıklamak içinse, önce “durum”dan söz etmeliyim: Her an, her ilişki bir “durum” oluşturur. Kolaylıkla değişebilecek, betimi kolay olmayacak bir durum. Kişinin yaşamında eşsüremli durumların oluşturduğu topluluk göz önünde tutulduğunda, bu durumların bir denge oluşturduğu görülür; kimi an, bir denge oluşturmasa bile, bir denge oluşturma çabasını  belli eder bu topluluk, öyle sanıyorum.

                Değişik gereksinimlerin değişik ilişkiler aracılığıyla doyurulduğu bir ilişkiler yapısı da  diyebiliriz buna. Kişinin “beğendiği” ya da “beğenmediği” yanlarının,  “beğendiği” ya da “beğenmediği” kişilerle kurulduğu  “beğendiği” ya da “beğenmediği”  ilişkiler aracılığıyla yerini, ağırlığını, anlamını arayıp bulacağı bu “ilişkiler-yapısı”  içerisinde taşırılık, genellikle, en aza indirilebiliyor;  daha doğrusu, ancak gerekli olabileceği  düzeye düşürülebiliyor. Belirtik – örtük, gizli – açık,  yaşamın dirimsel her yanı bir değişik  ilişkinin çerçevesi içerisinde kendine (yerine, ağırlığına, anlamına göre, onlara oranla)  yer buluyor. Başka türlü söylemeğe çalışayım : Kişi, yaşayabilmek için,  belli bir anda, gerek iç gerek dış hangi güçler arasında geriliyor, hangi güçlere karşı hangi güçleri ortaya sürerek bir denge kurmağa çalışıyorsa ilişkilerini de  -sanki bu güçlerin bir karşılığını arayarak, ya da aradığını bilmeksizin bularak-  kuruyor, bu güçleri –belki bir  parça denetleyebileceği duygusu (umudu? Güveni?) içinde- çevresinde oluşturduğu ilişki ağıyla somutlaştırıyor.

                Elbette, bu sözlerin altında birtakım varsayımlar yatıyor:  Örneğin sözünü ettiğim “kişi”, belli bir yaşa ulaşmıştır; ilişkilerin çoğunu,  çoğunluğunu, seçimler yaparak (bu seçimlerin şöyle ya da böyle olması, “akıllıca”  ya da “alıkça”  görülmesi, konumuzun dışında şu andan.  Buna karşılık,  seçimlerin gerçekten seçim olması,  kişiye fıçı çemberi gibi geçirilmiş bir ilişkinin kendi seçilmişlik süsü vermekte olması önemli…) kurabilmektir; kendini  ( kendini: Yani kuramsal “sürekliliği”nin sürekliliğini ya da süreksizliğini;  ana, temel yönelişini,  vazgeçebildikleri ile vazgeçemediklerini vb…)  az da olsa, bir parça da  olsa, tanınmak, kabul edilmektedir;  ilişkilerinde özellikle dost diyebildikleriyle, çok değişik kılıklara da girse karşılıklılık denen bir şeyin anlamını öğrenmiştir; eksiklerini, artıklarını -en azından- sezebilmektedir… (Bu kadar varsayım sıralamak şimdilik yetsin bize!)

                İlişkiler her zaman seçilmez elbet; seçilerek kurulmaz. İlişkilerimizin göbeğinde, en yakınımız saydığımız kimselerle kurulmuş en sıkı ilişkiler öbeğini bulmaz mıyız çoğu zaman?  Analarımız-Babalarımızla,  (varsa) kardeşlerimizle,  hısımlık bağlarının oluşturduğu çemberlerin (bize en yakın duranından en uzaktakine dek) üzerinde dizili bulunanlarla ilişkilerimizi  “seçerek kurma”mız  söz konusu olmasa gerek.  Analık-babalık, kardeşler,  en yakın hısım çevresi, birer veridir kişi için. Öyle ama seçmesek, kendimiz “kurmasak” bile,  bu ilişkilerin nasıl bir nitelik taşıyabileceğini  zamanla kararlaştırır, birkaç  deneyimden sonra, birkaç sarsıntıdan sonra,  öbür ilişkilerimiz gibi bunların da ırasını, genel denge içindeki yerlerini saptayabiliriz. En azından, bunların kaçınılmaz, vazgeçilmez,  sürdürülmesi gerekli niteliği niteliği karşısında, kaçınılmaz, vazgeçilmez sürdürülmesi  gerekli oldukları ölçüde, öbür ilişkilerimizin nasıl olacağı , nasıl olabileceğini öğrenir,  daha sonra da,  gerekirse, bu ilişkiler üzerinde birtakım değişiklikler yapmağı deneyebiliriz. Kişi yükümleri değil, ilişkiyi bir hüküm, bir ferman gibi boynunda taşıdığına inanıyorsa,  öbür ilişkilerinde de çok başarısız, dengeyi bir türlü kuramayan biri olur.  Yükümlerle ilişkiyi karıştırmamak gerek bu bölge de.

                Ayrıca, “denge”yi  de çeşitli düzeylerde düşünmek gerek.

İlişkilerime bakarak şöyle bir düzen(in varlığını) seçebiliyorum sanırım: İlişkilerin tümü düşünüldükte, bunların oluşturduğu , ya da yöneldiği bir denge var. [İlişkilerin tümü derken, bir bölük ilişkiyi hesaba katmadığımı söylemeliyim. Çok aralıklı da olsa  “aşama” gereği duyularak gerçekleştirilen buluşmalara, yazışmalara, telefonlaşmalara dayalı (düzenli)  “görüşme”ler sürdürdüğümüz kişilerden ayrı tutarak söylüyorum:  “İlişki” kurduğumuz pek çok kişi var ki: bunlarla ya büsbütün geçici, anlık,  raslansal koşulların sonucu olan ilişkiler içindeyizdir, ya da ilişkiyi belirleyen koşulları hep dışımızda görür, kendimizi bu ilişkinin “dışında” sayarız. Hesaba katmadığım ilişki türü, bu.] İlişkilerin bu “tüm”ü içinde birtakım öbekleşmeler  seçebiliriz; birbirine yakın ilişki biçimlerinin oluşturduğu öbeklerdir bunlar…  İlişkilerin tümünü bir “yer”, bir uzam parçası içinde düşünürsek bu yerin, bu uzamın orasında burasında birtakım yoğunlaşma diye tasarlayabiliriz bunları; işte, bu öbekler arasında  bir dengeden söz ediyoruz.  Biraz daha ileri giderek, bu öbekleşmelerin,  kabaca, bir dış kuşak ile bir iç bölge oluşturacak biçimde toplaştıklarını da söyleyebiliriz.  İç bölgeyi oluşturanların daha önemli ilişkiler olduğunu düşünelim.

                Bu bölgeler, bu kuşaklar arasında da bir denge kurulmaktadır.

Bir de, her ilişki biriminde, kişiler arasında oluşan (oluşturulan) denge var.

                Bütün bu sözler, biçimsel bir düzen kurma sevdasıyla tasarlanmış bir dizgenin dile getirilmesi gibi görülebilir. Benim için öyle değil: Bunun, bu düzenin, bu yapının,  yavaş yavaş farkına vardım.

                Örneğin, dostluk  ilişkilerinde serüvenden pek hoşlanmadığımı  anladım günün birinde;  son yirimi beş yılımın  belli başlı ilişkilerine bakarken,  bu ilişkileri inceden inceye gözden geçirirken vardım bu karara.  İlişkilerin “renkli”liği  başka şey,  kestirilmezliğin, bu ilişkideki yanlardan birinci, ilişkinin temel ırası haline getirilmesi bambaşka bir şey. Bir ilişkim ne zaman serüvencilikle bulandıysa var olan ya da yeni kurulan bir ilişkiyle onu hemen dengelemeye çalışmışım; serüvenciliğin ağır basmağa başladığı ilişkilerin yarattığı sorunu bir çözüme erdirmek olmuş bu… İnsan, ilişkilerini belli bir takım özelliklere verdiği öneme göre düzenliyor eninde sonunda. Serüvenden çok hoşlananlar da var.  Bir sözüm olmaz onlara.  Ama bir ilişki içerisinde, “konuşmak” zorunda kalmadan düzeltilebilen şeyler  çok azalıyorsa,  karşımdaki kişinin arada bir ( daha sonra, sık sık)  gidiverdiğini, yerine bambaşka bir insanın geliverdiğini duyuyorsam,  gelenle mi gidenle mi dostluk ettiğimi kestiremez hale geliyorsam bu ilişkinin “serüvenliği” pek fazla gelmeğe başlar. İlişkinin içinde de yeni bir denge kurulması gerekebilir bu durumda, gerekir…  En kötü çözüm pes edip uzaklaşmak zorunda kalmak.  Bu birim içinde yeni bir dengenin kurulması, bu ilişkinin gelip yerini bulmuş olduğu öbek içerisinde de yeni bir denge aranması gerekliliğini doğuracaktır.   Böyle sürüp gidebilir bu, ilişkilerin tümünü bile etkileyebilir.

*

 Kişi, bu değişik dengelerin kuruluşunda, sanırım daha etkin, daha “bilinçli”  davranabiliyor da, bozuluşlara giderken, bu bozuluşların sonucunu yaşarken daha edilgin kalıyor genellikle.

 Ne Kitapsız Ne Kedisiz – Bilge Karasu

Yorum bırakın